11 Ağustos 2012 Cumartesi

SÜREKLİ UTANÇ!


FAYSAL SARIYILDIZ

Milliyetçi bir jargonla, toplumsal zihniyet üzerinde hegemonya kurarak bir yerlere gelmeye çalışan birilerinden "sınır" ya da dağarcığımıza ilk enjekte edildiği hali ile "hudut" kavramının, mayınlı topraklar ve tel örgülerin ortasından geçtiği bir coğrafyada büyümüş insanların beyninde oluşturduğu tasarımı-imgeyi anlayabilecek erdem ve sağduyuya sahip olması beklenebilir mi!

Baklavanın kökeninin neresi olduğundan tutalım polisin "light olmasının" doğurduğu "olumsuz" toplumsal sonuçlara kadar, toplumun havadan nem kapan "hassasiyetleri"nin kaşındığı hemen her konuda söylenecek bir çift lafı kendine görev bilen ATO Başkanı Sinan Aygün, Türkiye-Suriye sınırında yüz binlerce dönümlük araziyi mayınlardan temizlemenin yol açacağı "güvenlik zaafı" konusunda uyarıyor. Yurtseverliğin tescilli sponsoru olduğu düşüncesi ile hareket eden Aygün'den, mayınlı sınırların bölge insanının yaşamına taşıdığı trajediyi anlayabileceğini ummak saflık olur.

Bir çift keçinin bile barınamadığı birkaç metrekarelik Kardak kayalığı, son yıllarda "ulusal hassasiyetlerimizin" ön sıralarında yer alırken, 1956-1959 yılları arasında iki Kıbrıs büyüklüğündeki 306 milyon metrekare verimli arazilere kendi ellerimizle bir milyona yakın mayın döşedik.

Ottowa Anlaşması olarak bilinen uluslararası mayın yasaklama anlaşması 12 Mart 2003 tarihinde Türkiye tarafından da imzalandı. Anlaşmaya göre stoklardaki yaklaşık 3 milyon mayının imhası, sınırlarda bulunan yaklaşık 1 milyon mayının ise 2014 yılına kadar çıkarılması gerekiyordu. Aynı dönemde hükümet, mayın temizleme işinin 49 yıllığına "yap-işlet-devret" formülü ile ihale edeceğini açıkladı.
Ulusal hassasiyet potansiyeli yüksek olan bu konuda ülke adına konuşmakla memur edilmiş Aygün'ün sessiz kalması beklenebilir mi? Dönemin şoven nabzını iyi yakalayan Aygün bölgedeki çatışmalı ortamı da fırsat bilerek "sınırdan terörist geçişinin devam ettiği ve bölgenin ateş çemberinde olduğu bir dönemde mayınları temizlemenin güvenlik zaafına yol açabileceği" uyarısında bulundu. Yani Türkiye'de önemli bir ticari kurumun başında yer alan biri, ülkenin iki Kıbrıs büyüklüğündeki en verimli topraklarının yarım yüzyıldan bu yana olduğu gibi heba etmeye devam etmenin daha doğru olacağını iddia ediyor. Oysa ben bu iddianın tam aksini düşünüyorum. Yani ülkenin güvenliğini tehlikeye atan verimli toprakların mayınlardan arınacak olması değil, devlet için esas tehlike mayınların bir halkın bağrında açtığı derin yaralardır. Son yarım yüzyılda 10 bin insan sınırdan geçmeye çalışırken hayatından oldu ve 10 binlerce insan ise vücudunun bir parçasını tel örgülerde bıraktı. Söz konusu uygulama nedeni ile bölgede yaşayan hemen her insanın yaşamış olduğu trajik bir hikâyesi vardır.

Şimdi olmuş gibi hatırlıyorum, beş yaşlarında olmalıydım. Yaşadığım köyün güneyinde bulunan sınır hattı çoğu gece patlama ve çatışmalara sahne olurdu. Gecenin zifiri karanlığında 'kaçak' kovalayan panzerlerin keskin farlarının gökyüzünde bıraktığı izler iyi görünüyordu. Silah sesleri gecenin sessizliğinde bütün ovada yankılanırdı. Yine böyle bir gecenin sabahında annemin çığlıkları ile uyandım. Gündelik yaşamın ihtiyaçları olan çay, şeker, kahve, kumaş gibi eşyaları almak için sınırı geçmeye çalışırken öldürülen iki kişiden biri dayımmış. İlk kez annemi bu şekilde ağlarken görüyordum. Yaşadığım birçok anıyı unuttum ama o anı hiç unutamadım.

Yine o dönemlerde henüz 16 yaşında iken sınırın öte tarafındaki bir köye tanıdık bir aileye gelin olarak gitmesi karalaştırılan teyzemin günlerce ağladığını, yemekten içmekten kesildiğini hatırlıyorum. Teyzem dönüşü olmayan bir yolun kendisini beklediğini biliyordu. Bir gece vakti sürüklenerek götürüldüğünde çığlıkları ortalığı kapladı. Yıllar boyunca teyzemin orada yaşadığına dair tek belirti, arada bir bizim köye sınırın karşı tarafındaki köyden tutulan ayna oldu. Geçen sene ilk kez yasal yollarla bize geldiğinde yanında 23 yaşındaki oğlu ve yüzünde derin çizgiler vardı. Ailesinin birçok ferdi artık yaşamıyordu, anneme sarıldı, sessiz sessiz göz yaşlarına boğuldu.

Sen benim halam mısın?
Mayınlı sınırların bölge insanının yaşamına dahil ettiği trajedinin haddi hesabı yoktur. Türkiye ile Suriye arasındaki sınırın karada olan kısmı mayınlar ve dikenli teller ile kapalı iken, kuzeyden güneye doğru akan Dicle nehri, Cizre ile Silopi arasında sınır çizgisini teşkil ediyor. Babası küçük yaşta sınırın 'öte' tarafından 'beri' tarafına geçen Sipan, babasının anlattıklarından bildiği halası ile görüşmek için sınır karakolundan izin alarak, Dicle nehrinin kenarına kadar gider. Nehrin karşı kıyısında bulunan halasının köyünden birileri karşı kıyıya yanaşır. Sipan karşıdakilere halasının ismini bağırır, az sonra telaş içerisinde bir kadın yanında çocukları ile yanaşır. Sipan emin olmak için seslenir: "Sen benim halam mısın?" Sipan ile benzer hikâyelere sahip olan insanların nazarında devletin meşruiyeti tartışmaya açık değil mi?

Türkiye yoksul olduğu 60'lı yıllarda sınırdan insan ve kaçak mal geçişini önlemek için yüz binlerce dönüm araziye mayın döşedi. O dönemde kaçak sayılan malların hem yurtiçinde temini hem de uluslararası akışı artık rahat hale geldi. Mayın döşemenin gerekçesinin ortadan kalktığı günümüzde bir utançta ısrarın ve ülke ekonomisine katkısı yadırganamayacak boyuttaki arazinin atıl halde tutulmasının anlaşılır yanı var mı?

(18 HAZİRAN 2006 RADİKAL 2)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder